Harun Reşid birgün vezirini huzuruna çağırmış ve; ''çeyrek asırdır benimle birliktesin, hem beni övdün, sadakat gösterdin, hem beni savundun. Bir rüya gördüm ve derin uykumdan uyandım. Bu kadar zaman benimlesin, bu kadar zamanda benim hiç mi hatamı görmedin. Hatasız kul olur mu? Eğer hatamı görmedinse ahmak bir adamsın. Gördün söylemedinse hain ve korkak bir adamsın. O makamda böyle biri ile çalışmak bana yakışmaz.'' demiş! Siyaset ve bürokraside ya da iş dünyasında müşavirlerle çalışanların bu menkıbe kulağına küpe olsun. Merak edenler Hayati İnanç’ı arayıp sorabilirler. Benim çok sık hatırlattığım Hz. Ömer’den bir menkıbe var: Aranan adil Hz. Ömer buyuruyor ki, ''ben yanlış yaparsam ve yanımda bulunan biri bunu görüp, susar, beni uyarmazsa, o kişi benden uzak dursun, çünkü onda hayır yoktur. Eğer o kişi beni uyarır da ben o uyarıyı dikkate almazsam, yine o kişi benden uzak dursun, çünkü bende hayır yoktur...'' Mimar Sinan, ''minare eğri diyen''' çocuğu azarlamak yerine, bir yanlış anlamayı düzeltmek için ip bağlatıp minareyi çektirir diye anlatıyorduk yola çıkarken. O zaman reklamcılara PR yaptırmıyorduk ve medya, iletişim danışmanlarımız yoktu. Bu menkıbelerden, dinden, tarihten, gelenekten erdem damıtıyorduk. Şimdi promter dedikleri şeffaf ekranlar çıktı. Toplum mühendisleri, sosyologlar, yer yer tarihçiler, halkla ilişkiler uzmanlarından oluşan bir ekip yazıyor, birileri de okuyor.
Hayati İnanç Mevlana'dan aktarır. ''Adam uyurken ağzına yılan kaçar. Bunu gören adam, kişiyi kırbaçlayarak kovalamaya başlar. Yolda gördüğü dökülen çürümüş elmaları yedirir ve adam, yorgun ve midesi bulunmuş vaziyette öğürerek midesini boşaltır. Bir de bakar ki ağzından zehirli bir yılan çıkmış. İşi anlar. Kırbaçlı adam kendine bunca zulmü ederken aslında kendini kurtarmak için yapmış bütün olanları. Hani adam söylese adam korkusundan ölecek. Söylemese zehirlenip ölecek. İşkence gören adam, yol boyunca kırbaçlı adama ağzına geleni söylemiş, küfürler etmiş. Gerçek ortaya çıkınca adam binbir özür dileyerek bağışlanmayı dilemiş. Adam, demiş ki, işin en zor tarafı buydu. Bir insana, ona rağmen yardım etmek. Sana acı vermem gerekiyordu. Senin kurtuluşun bu çilede gizliydi. Ama gerçeklerin anlaşılması için o eşref saatinin gelmesi gerekiyordu.''
Bir başka Behlül Dana hikayesi daha. ''Behlül Danâ, kendini kıral olarak görmüş. Gelip gidene bunu anlatıyor, şöyle yaptım, böyle yaptım diye. O kadar abartmışlar ki, konu Harun-u Reşide kadar gitmiş o da Behlül’ü çağırmış, “ne yapıyorsun sen” demiş. O da “asıl sen ne yapıyorsun” demiş Behlül ve devam etmiş: “Bu dünya hayatı bir rüyadan farklı değil, yarın bu rüyadan uyandığında sen ne yapacağını düşündün mü, ben rüyamı anlatıyorum, sen hala o rüyayı yaşıyorsun” demiş. Menkibe bu kadar.
Evet, Dilipak’ın nereye gittiğini görmek için biraz da nereden geldiğine bakmak gerek. Ben birazz kendi köklerimden söz edeyim izninizle: Ben anne tarafından Haruniye’liyim. 12 Eylül öncesi kod adım Tarık Behlül’dü. Gerçek adım Abdurrahman, hatta dedem “Kara müftü” lakaplı, son devir Osmanlı alimlerinden Mehmed Emin Aksay (Dayım Hasan Aksay’ın babası) Abdurrahman Gafigi koymak istemişte telaffuzu zor olur diye sadece Abdurrahman kalmış. Endülüs’te “gemileri yakan” komutan. Ben de mecazi anlamda gemileri yakarım. Arkama da bakmam! Tarık b. Ziyad Endülüs fatihi. Afrika'dan Avrupa’ya İslam’ı taşıyan komutan. Anne tarafında Fettahoğulları’ndanım. Anadolu'nun manevi fethinde öncü olan bir topluluk. Baba tarafından Seyyidhanoğulları’ndan. Şam ve Halep üzerinden Müslüman fatihlerin Anadoluya girişinde, onlarla birlik olanlardan gelen bir köke dayanıyor. Benim dünden bu güne yaşadığım bir hayat var. Eylemlerim ve yazılarımda, sözlerimde savunduğum bir fikir var. Benim söz ve eylemlerim bu arka plandan bağımsız değildir.
“Darbelerin emzirdiği çocuğum” diyorum yaşadığım dönüm itibarı ile. Aile itibarı ile tek parti dönümünün bütün acılarını yaşamış bir ailenin çocuğum. Dahası o acıları yaşamış ailelerin sığındığı bir aile bizim ailemiz. Dayılarımdan biri avukattı. O günlerde onların avukatı olarak gece gündüz ilden ile dolaşan bir dayım var: Ali Haydar Aksay diye. Abdulbaki dayım Ormancı idi. Bir ara Orman Bakanlığında bakanlık müfettişi de olmuştu. Osman Nuri dayım çiftçi idi. Hepsinin bir hikayesi var. Annemin hikayesi ayrı, teyzemin ayrı. Fettahoğulları’nın “Müftüler” kolu derler bize. Baba tarafından da Seyithanoğullarının “Hatipler” kolu. Onların da başka bir hikayesi var. Kadınlarımızın hikayesi farklı, erkeklerimizin ayrı hikayeleri var. Ben o hikayelerle büyüdüm. Soyu ile övünmek ya da dövünmek bana göre değil. Ama soyunun bilinmesi de gerek. Allah bizleri hem kabileler halinde hem de tek tek parmak uçlarımız gibi farklı yarattı ki, tearüf edelim diye.
Selam ve dua ile.