Corona günlerinde İstanbul’da bir fuar. Geleneksel MÜSİAD fuarı ve IBF forumu tam da yeni tedbirlerin açıklandığı gün açıldı.. Fuarın ana teması Covid ve Ekonomi. Aslında önemli bir konu. Ama biz henüz Covid’in ne olduğuna karar veremedik. Başından beri maske, fiziki mesafe, kolonya, hayat eve sığar gidiyoruz. HES kodu yetmedi, şimdi bir de Chip’li bileklikle adım adım “Yeni normal” dönemin Chip’li insanına dönüştürülmeye çalışılıyoruz. 5G falan işte!

Ve enflasyon başımızın belası. Ve kod adı faiz olan Riba gündemin en başında.

Aristo (MÖ 460-395) şöyle der: “Tiksinmeyi en çok hakeden iş Riba’dır. Tabiata en aykırı düşün kazanma şekli de budur.” O zaman “kaime”, yani para yerine ikame edilen karşılığı şüpheli kağıtlar yoktu. Artık var. Bir adım sonrasında, yeni normal dönemde o kağıt da olmayacak. Biz hâlâ Riba ile enflasyon arasındaki ilişkiyi çözemedik. Faiz haram da enflasyon değil mi?

Bu konular tek başına siyasetçilere ve bürokratlara emanet edilemeyecek kadar önemli konular. Ülema, ümara, tüccaran işbirliği olmadan olmayacak.  Ama üçünün de hali ortada. Tüccaran, esnafı, zürrası, cemaat ve vakıf ilişkileri ile aslında bütün üretici ve hizmet kesimini temsil eder. Ülema toplumun beyin takımını.. Biz “ülema” diyince sadece dini bilgilere sahip bir sınıfı anlıyoruz bugün. Oysa ilim bir bütün. Nasıl enflasyon ve faiz paranın iki günah yüzü ise, din ve ilim de aynı paranın iki sevab yüzü gibidir. İlim gerçekle hakikat arasındaki bağı ifade etmeli. Biz İlahiyat, İmam-Hatip derken bunu ayırdık. Dün İlahiyat ve İmam-Hatipleri kuranlar, TSE damgalı bir dinin misyonerlerini yetiştirmek için bu mektepleri açmışlardı. İlahiyatçılar bu “İlah” konusunu pozitivist bir akılla sorgulayacak, analiz edecek, sonra onu seküler dünya ile sentezleyeceklerdi. Biz de bu alana sığınarak, bir avuç insan bu çatı altında kendimizi bu çatıyı koruma alanı gibi kullanarak varlığımızı sürdürmeye çalıştık. Adım adım, bu yapıları bir yandan ele geçirdik, bir yandan da sahiplendik. 

Ve hâlâ şunun pek farkına varmamış gibiyiz sanki. 

Giderek bir din adamı sınıfı oluşturuyoruz. 

Din onların “meselesi” haline geliyor. Ve bir yandan folk bir İslam doğuyor, bir yandan kültürel aidiyetin sembolleri olarak, konuyu estetize ederek, ritüellere ve seremonilere boğuyoruz.

Mesela, kişi yaptığı işle ilgili leyh ve aleyhinde olan dini gerekleri bilmek zorundadır. Bu farz. Ama bunu ıskalıyoruz. Birilerine soruyor ve sonunda işimize gelen yorumu alıp uyguluyoruz. Din giderek hayatımızın merkezinden uzaklaşıyor. 

Ve onu vicdan meselesi haline getiriyoruz. “Toplumsal sorumluluk”, “Etik” ve “moral” değerler ahlakın yerini alıyor. 

 

Hijyen hayatımızda “Necasetten ve Hades’ten taharet”den daha önemli bir hal alıyor. “Organik ve Natural” olan fıtri olandan daha önemli hale geliyor. 3 boyutlu düşünmeyi öğrenmeliyiz. 

Bir yanda din, tarih, gelenek, öbür yanda yaşadığımız dünya ve geleceğin dünyası, ortada işimiz. Bu ilişkileri ayrıca estetize etmemiz gerekiyordu. Ama, maalesef halimiz ortada. Okuma ve düşünme konusunda çok yoksuluz. Başımıza gelen felaketler, paramız ve gücümüz aklımız ve imanımızın önünde koşuyor. O zaman da yaşadığımız gibi inanmaya başlıyoruz. 

 

Din eğitimi denilen şey maalesef hiç iç açıcı değil. Temel eğitimdeki din dersi için bir zamanlar “Bu din benim dinim değil” diye bir kitap yazmıştım. İlahiyatçılarımızın hali de ortada. “Helal sertifikası” çıkarak ya da güzel camiler, makamına göre ezan okumayı sağlayarak, her yere bir cami, bir İmam Hatip açarak görevimizi yaptık sanıyoruz sanki. Öyle değil işte.

Bugün iktisad okuyan Riba’yı, ilahiyat okuyan enflasyonu bilmiyor. İlahiyatçımız ve hukukçumuz  miras deyince aynı şeyi mi düşünüyor.. Onun için laikliğe karşı direnirken, bir anda kendimizi iktidar koltuğunda bulunca sekülerizm bataklığına saplanıp kaldık. Başörtüsünün ya da sakallı erkeklerin aileyi kurtaramayacağını geç anladık. Bu sacayağında MÜSİAD’ın ayrı bir yeri var. O “ahi evran / evrensel kardeşlik” ve “evrensel sorumluluk” anlayışının yeniden ihya edilmesi gerekiyor. Mesele “dünyadan kam almak” değil. Keyifli bir hayat yaşamak değil, çileye talip olmak.

Diderot’un (1713-1784) dediği gibi “Halka zorla kabul ettirilen yasalara içtenlikle uyduğu hemen hemen hiç görülmemiştir.” Tek adamın aday gösterdiği, tek partinin olduğu, açık oy gizli tasnifle seçimlerin yapıldığı, tercüme kanunların gerekçesiz olarak meclise sevk edilip, müzakeresiz olarak oybirliği ile kabul edildiği bir düzenden geliyoruz. Hep ölümü gösterip, bizi hastalığa razı ettiler. Ehliyetsiz, liyakatsız, istişare ve şûradan uzak, kibir küpü siyaset, sermaye ve bürokrasinin zebunu oldu halk. 

 

STK’lar ve media “parayı verenin çaldığı bir düdük”e dönüştü. 

Montaigne’nin (1533-1592) dediği gibi “Çocukça heva ve heveslerin peşinde koşan makam sahibi basit insanlar küçücük bir işi nisbeten doğru dürüst yapmaya görsünler, çalımlarından geçilmez ve şöhret olma hırsı içinde düşünmezler ki, başları ne kadar yükseklerde ise kıçları da bir o kadar açığa çıkacaktır.” Evet koltuk sahibi olan ya da para desteleri üzerinde oturan birilerinin başları yükseldikçe nasiyeleri daha çok gözüküyor. 

Herkesin kendi içine bakıp, bir özeleştiri yapması gerek. Geçmişten ders almak gerek, yoksa tekerrür eder. Gerçeklerle yüzleşmeye cesaret edemeyenler aslında kaçtıklarını sandıkları şeye doğru koşarlar.

MÜSİAD ve IBF’e çok fazla görev düşüyor. Geç kalmanın maliyeti büyük olacak.

Bu “gündem” dedikleri şey aklımızı başımızdan almasın, bizi bir yerlere savurmasın. Yarın başka bir şey olur, bugünleri de unuturuz. 

 

“İbadetin çok olanı değil, sürekli olanı makbuldür”. Panik içinde sağa sola seğirtmenin kimseye faydası yok. 

Okumaya devam edin
Yorumlar (0)